Latest Post



Şehrâm Nâzırî , tüm Ortadoğu’ya sesiyle hayat vermiş, 1949 Kermanşah doğumlu bir sanatçı. İran klasik müziğinin sayılı ve saygın ustalarından. Özel bir yorumcu ve eşsiz bir müzisyen. İran’da Kürt bir anne ve babadan doğmuş müthiş gırtlaklı bir müzik azizi. Kamkars grubuyla birleştirdiği nefesi ve ‘sarsıcı’ eserlerine nakşettiği derin ruh; onu daha şimdiden dünya müzik literatürüne geçmiş bir müzik adamı haline getirmiştir.

İnanış odur ki, Nâzırî ‘nin sesini duyanlar, acem diyarının masalına koşulsuz dâhil olmuş sayılırlar.

“ Nâzırî ‘nin hançeresinden üflediği ateş; Mezopotamya’nın binlerce yıllık kadim hüznünden damıtılmıştır, yakıcılığı bundandır ve aynı dil’in söylediğidir aslında ondan duyduğumuz her nefes.”





Adı her ne kadar ingilizce shahram nazeri şeklinde yazılsa da (orijinal dili olan Farsça’da ve elbette ki Türkçe ve Kürtçede de) okunuşu Şehrâm Nâzırî şeklindedir. Biraz etimolojik olarak olaya bakarsak: şeh = şâh kelimesinin muhaffef şeklidir ve şâh anlamına gelir. Yani hükümdar, kral, imparator. Nâzırî; nâzır kelimesine aidiyet eki olan –î ekinin getirilmesiyle oluşmuştur. –î Kürtçe’de oralı, ordan, oraya ait anlamlarına taşır.

Şehrâm Nâzırî kullanımı üzerinde anlaştıktan sonra şunlar söylenilebilir: şehrâm nâzırî 1949 yılında iran’ın kirmanşâh eyaletinde dünyaya gelmiştir. ilk müzik eğitimini ailesinde alan nâzırî, henüz 8 yaşında “sufi ensembles” adlı gruba girmeyi başarmıştır. 11 yaşında iran televizyonunda sahne alan nâzırî, bunun hemen ardından geleneksel “redif” repertuarına dair eğitim almıştır. ilerleyen yaşlarında sufizme dair merakı iyiden iyiye artan nâzırî’nin önünde okyanus gibi bir literatür olduğunu bilmenizi isterim. bunların başında mevlevî literatürü gelmektedir ki mevlevîlik müzik ile birlikte anılmıştır daima. Feridüddin atar, Mevlânâ celâleddîn ve hafız i şîrâzî gibi filozofların eserlerine merak salan nâzırî, aynı zamanda iran’da bir gelenek olan “tasnif” türünde de eğitim almaya yönelmiştir.

İşte bu yönelişten sonra şehrâm nâzırî’nin hayatına üstad Abdullah devâmî dahil ve müdahil olmuş, akabinde Abdülali vezîrî, Celâl zülfünûn, ve son olarak çoook büyük üstad Muhammed rıza şeceryan kendisine hocalık yapmıştır. kendisi üzerinde en büyük etkiyi yapan da hiç şüphesiz büyük üstad Muhammed rıza şeceryan’dan başkası değildir.

Sufi geleneği çok iyi bilen ve müziğe en iyi aktaran isim olan muhammed rıza şeceryan’ın da etkisiyle iyice sufizme yönelen şehrâm nâzırî, bundan sonra kendi bestelerini, daha doğrusu tasniflerini yapmaya başlamıştır. bunların başında da mevlana celaleddin’in rubaileri ve divanında bulunan şiirler yer almıştır. bugün şehrâm nâzırî, farsça’da üç telli anlamına gelen “Setar” adlı çalgının saygın virtüözlerinden, iran klasik müziğinin sayılı ustalarındandır. amerika’dan rusya’ya kadar yüzlerce konser ve bbc’ye röportaj vermiştir.

Amerikanlı eleştirmen Dan Hicmon ” Nâzırî şiiri yorumladığında siz onu anlamıyorsunuz ve dilini de bilmiyorsunuz ama buna rağmen onun ne anlattığını anlarsınız. O doruklara çıktığında sizi de beraberinde doruklara çıkarır, aşağı indiğinde ise yine size de aynı duyguyu yaşatır” diyor.

2006 yılında New York’ta bulunan Metropoliten Müzesi’nde Doğu Kültür Mirasçısı ödülünü dönemin Birleşmiş Milletler Başkanının elinden alması, dünyanın her yerinde büyük bir dinleyici kitlesinin oluşması ya da BBC dâhil birçok uluslararası medya kuruluşunun dikkatini çekti…

Hiçbir şey Şehrâm Nâzırî için Kermanşah dağlarında annesinden dinlediği mesnevi beyitlerinin sükûneti kadar önemli olmadı hiçbir zaman.

Şehram, hançeresi gam yüklü olanların sesidir. Hüznün Farsçasıdır ya da sadece, yazıldığı gibi hiç okunamayan… Acının dili hep aynı, kalplerin sürgünlüğü de….


Son olarak albümlerini verelim û serkeftin! Buradanda birkaç albümünü indirebilirsiniz.
Kaynakça; 1234

Müziğe ilgili 2 üniversite öğrencisinin üniversite öğrenimi sırasında farklı bölümlere yönelse de müzikle olan ilişkilerini sürdürürken 2009 yılında yolları kesişiyor. Beraber müzik yapma kararı alan Yunus Orak ve Erdal Dağhan Teq û Req adlı bir müzik grubu kurarak çalışmalara başlıyor. Üç yıl sonra bu kolektif üretimin ilk ürünü olan “Keftuleft”i çıkarıyor. [tab] [content title="Keft û left albümü"] [/content] [content title="İmc tv Röportaj"]
[/content] [/tab]




Teq û Req, asıl olarak insanın varlığına, duygu bütünlüğüne yönelik şiddet temelli bir uygulama olan anadiller üzerindeki yasaklama ve baskılara karşı müzikal açıdan daha sert bir söylemle hard rock’a yöneliyor. Dilin varlığına katkı sağlamak amacıyla daha anlaşılır bir uslup ve güçlü bir vokal ile müzikseverlere sesleniyor.
Kendilerini “Bu ülkenin zencileri” olarak niteleyen grubun albümünde yer verdikleri blues ritimleri; hem grubun yenilikçi yanına hemde ötekileştirilen, yok sayılan, görmezden gelinen bir kesimin kültürel birikiminin gelişime açık yapısını gözler önüne seriyor, görünür kılıyor.


Erdoğan Emir , Dersim(Tunceli), Xozat(Hozat)’a bağlı Zimeq köyünde dünyaya gelen Kurmancî ve Zazakî müzik seslendiren sanatçıdır. Müzik ile olan tanışma süreci Grup Eylül Yağmurlarıyla başlamıştır.

Daha sonra Grup Gölge, Grup Sürgün , Grup Yelve son olarak ta Grup Munzur’la devam etmiştir. Kendi eserlerinin yanı sıra anonim ezgilerden oluşan Sad (Tanık) adlı ilk solo albümünü Kom Müzik’ten 2010 yılında çıkarmıştır.

İkinci Albümü Beref 2016 yılında çıktı. Benim şahsi görüşüm ilk albümdeki tadı vermediği yönde... Çok kıymetli ve dinlenmesi gereken bir insan/sanatçı olduğunu düşünüyorum.



90 Yıl klam söyleyerek inanılması güç bir rekor kıran yoksulluğun yetimliğin sembolü bir sanatçı. Kürt dengbejlik geleneğinin ünlü ustalarından Karabet ê Xaço (Garabet Haçadruyan) da, tüm ailesini 1915 soykırımında yitirmiş bir Ermeni yetimidir, bir soykırım mağdurudur. 1902 yılında Xerzan’da doğan Karapetê Xaço, Sultan II. Abdulhamid, Ermeni, Yezidi ve Asurlara yönelik katliam fermanını uygulamaya koyduğunda yedi yaşındadır. Köy yakmalar, toplu katliamlar ve tecridin günlük yaşamın bir parçası olduğu o günler için Xaço, “Hamidiye askerlerine her yerde ölüm melekleri de eşlik ediyordu. Ana evladına sahip çıkamıyordu. Hepimiz kıyamet gününün geldiğini düşünüyorduk.” diyor. 5 kişilik ailesini kaybettiği 1915 yılının 1 Mayıs gününü ise şöyle anlatıyor:

“Önce köpeklerin sesini, sonra da kapı sesini duyduk. Tahta kapımıza çok sert vuruyorlardı. Kapıyı açmak için ben gittim. Silahlı üç adam dışarıda duruyorlardı. Kürtçe konuşuyorlardı. Herkesi, köyün aşağısındaki dere kenarına götürdüler. Oraya başka Ermenileri de getirmişler. Hiç vakit kaybetmeden önce erkekleri, sonra kadınları öldürdüler. Sonunda bir parça insaf vicdanlarına girdi ki, bizi bıraktılar. ‘Sakın kimse evine geri dönmesin!’ diyerek de çocukları uyardılar.”




Karabetê Xaço ve kardeşleri bir süre Kürt köylerinde dilencilik yaparak karınlarını doyurdular. Hiç kimseye de Ermeni olduklarını söylemediler. Kürtçe bilmeleri onların kendilerini gizlemelerine yardımcı olmuştu. Karabet ê Xaço ve kardeşleri birlikte köy köy dolaşıp, tutunacak bir dal ararken farkına varmadan ilk stranlarını da öğrenmeye, yollarda söylemeye başladı. Kız kardeşi on iki yaşındayken, bir köylüyle evlenince o da o köyde çobanlık yapmaya başladı (Filitê Quto’nun köyü) ve birçok dengbêj, masalcı, güzel sesli dervişle karşılaştı.

Uzun kış gecelerinde, köy meclislerinde dengbêjlerin şevbêrklerine katıldı. Zamanla onun sesinin güzelliği fark edilince, o da köy meclislerinde stran söylemeye başladı. Ve kısa zamanda Xerzan köylerinde genç dengbêjin şöhreti yayıldı. Bir süre sonra, onu da bölgede düğünlere çağırdılar: “dengbêjliğe başladığım zaman artık gizli gizli ağlamayı bıraktım. Aç kaldığımda, birisi bana haksızlık yaptığı zaman, hatta erkek kardeşim on yaşında hastalıktan ölünce sadece stran söyledim“ diyor Xaço.

Sürgün ve katliamlar coğrafyasının kaderi Karapetin yakısını orada da bırakmadı. Şeyh Said isyanını ardından, sürgün ve katliama uğratılan Kürt aşiretleri ile birlikte Güneye göçetmek zorunda kaldı. Tekrar geriye dönmeleri için izin çıktığında ise nüfus kağıdı olmadığı için Qamışlı’da kalmak zorunda kaldı. O zamanlar Suriye Fransızların elindeydi. Yapılacak iş de olmadığı için de genç Karapet Fransız ordusuna katıldı ve tam 15 ay, 3 ay Kamuşlo, Derozor, Haseki gibi yerlerde Fransız ordusuna hizmet etti. Kendi anlatımına göre Komutanların hizmetçiliğini yapıyor, Onlara kahve yapıyor, ayakkabılarını siliyor, elbiselerini yıkayıp ütülüyor, böylece evinin geçimini
sağlıyordu.

2. Dünya savaşı sona erdiğinde barış yapılır ve Fransızlar ülkelerine dönerken, orduda hizmet verenlere, Fransa’ya birlikte dönme hakkı tanıdıklarını açıkladılar. Fransa’ya gelmek istemeyenler de Suriye’de kalabilir veya istedikleri yere gidebilirler dediler. Qarapetê Xaço ise “ülkesine yani Hayasdan’a gitmek istediğini” söyler. Xaço böylece, 15 yıl hizmetlerinin karşılığı olarak Fransız delegasyonunun aracılığıyla eşiyle birlikte Sovyet Ermenistan’a gönderilmiş olur. Kendi anlatımına göre Binbir zorlukla 1946’da Ermenistan’a ulaşabilir.

1950 yılında Erivan Radyosunun Kürtçe bölümüne katılır. Fakat Qarapet’i orada ilginç bir sürpriz beklemektedir. Radyo yöneticileri söylediği klamların ağalar, beyler ve allah üzerine söylendiği için, Sovyet sisteminde bunun yasak olduğunu söylemektedirler. “Ağaların, beylerin üzerine değilse peki ne üzerine klam söyleyeceğim, kızlar üzerine mi?” diye sorar Xaço, “hem bizdeki ağalık, toprağın zenginliğin üzerine değil, yiğitliğin, cengaverliğin üzerinedir” der. O zaman hareketli ezgiler, oyun havaları oku derler. Qarapet buna da şaşırır: “Erkek adam nasıl oyun havası söyler?” Derken ara yol bulunur, Qarapet ne biliyorsa, nasıl istiyorsa onu söyler, Radyo da sansürden ne kopardıysa onu yayınlar…

50 yıldır da onun sesi bu radyodan, daha sonra kasetlerinden tüm dünyadaki Kürtlerin yüreğine seslendi.

Qarapetê Xaço, Ermeni ve Kürt uluslarının birbiriyle kesişen, çatışan yazgılarının bir sembolu, ortak duyarlılıklarının bir sesiydi. 5 çocuk, 15 torun sahibi bu asırlık çınar göçtüğünde arkasında binlerce kılama sığmayan bir hoş seda, büyük bir kültürel miras bıraktı bizlere.

SÖZ, KLAM VE KÜRTLER

Her Kürt klamının doğasında acı ve ağıt vardır, ancak Kafkasya Kürtlerinin söylediği stranda bu acı ve hasret korkunç derecededir. Sürgünlerin yaşattığı bu acı, insana kendi acısını unutturacak niteliktedir. Ve tarihin izlerini taşıyan bütün bu sesleri zamanın paslı çarklarından söküp, kulaklarımızdan kalplerimize damıtan bir güç vardı ki, bu da kulaklarımıza sesten heykeller dikmiş ‘Erivan Radyosu’dur.

‘Erivan Radyosu’ derken hepimizin kafasında beliren isimlerin başında kuşkusuz o gelir; yani Xerabetê Xaço. Çocukluğumuzun dengbêjî, Kürt müziği ve sözlü edebiyatının ve bilcümle Kürt aydınının sınırsız borçlu olduğu söz ustası… Reşkotan Aşireti’nin hizmetkarı ve ‘Fileh’i…. Filîtê Quto Ailesi’nin Dengbêjî… Garzan ovasının turnası, Suriye’de Hesen Axayê Cizrawî’nin kadim dostu, Fransız ordusunun askeri ve Kafkasya’da ‘Xweşawazê Dengê Radyoya Erîvanê’ yani ‘Erivan Radyosu’nun hoş avazlısı…

Hafızası hala dipdiri olan ve “Bu topraklarda üzerime dengbêj tanımam” diyen Xerabet klam ustası. Klam, sözlü Kürt edebiyatının temel öğelerinden, kahramanlık, acı, aşk gibi temaların genellikle enstrümansız, sadece insan sesi ile edildiği halk ezgisidir.

Efsanevi denbêjîn, Kürtlerin yaşayan Homeros’unun evinin bulunduğu Salxoz köyü, kış şartlarında Erivan’dan bir saat uzakta. Solxoz, Eçmiedzin nahiyesine bağlı bir köy. Eçmiedzin ise bütün dünya Ermenilerinin dini merkezi ve Patrik Karekin II’nin de bulunduğu önemli bir mekan. Uluslararası Ermenistan Havaalanı’na yakın mesafede alçalıp yükselen uçakların motor gürültüsü her daim Solxoz köyünde kulakları tırmalar.

TARİHE TANIKLIK EDEN 102 YILLIK SERÜVEN

95 yıldır Kürtçe klam söyleyen 102 yıllık acılı efsanenin sahibi Xerabetê Xaço’nun anne ve babası Ermeni. 20. yüzyılın ilk senesinde Garzan ovasının Reşkotan mıntıkasında, bugünkü Kozluk ilçesine bağlı Bileyder köyünde dünyaya gelen Xerabet’in anne ve babası, kardeşlerinin gözü önünde Kürtlerin vatanında öldürülüyor. Sonra Kürt aşiret büyüklerinin meclislerinde, dengbêjlerin divanında ve stranbêjlerin mihricanında hazır bulunuyor. Yıllarca
onlara klam ve stran söylüyor. Şeyh Said’in Piran’dan başlayıp Diyarbekir içlerine yayılan savaşına, ‘Roma Reş’in nasıl kök kuruttuğuna şahit olur. Her dengbêjin gıdası olan derdi, çileyi ve acıyı ta o yıllarda yüreğine dağlamıştır. 25 yaşında, bir gece alıp başını sınırın güneyine geçer. Suriye’ye gider, oradaki Kürtlerin arasına. Kamışlo ve Hesiçe’de kalır. Bugün 60 yaşını geride bırakan oğlu Sêrop orada doğar. Xerabet orada da Kürtlerin dostudur; onların dengbêjleriyle dosttur.

Xerabet bundan 56 yıl önce, 1946 yılında Mahabad’da Kürt bayrağı semalarda dalgalanırken Erivan yolundadır. Gelir Erivan’a yerleşir, yine de Kürtler içindedir ve Kürtçe söyler. Bu kitabın temeli atılırken, yani bu yılın ilk günlerinde, “Ben buradayım ama beynim ve yüreğim oradadır hevalo! Görüyorsun anadilim olmasına karşın Ermenice’yi dahi düzgün konuşamıyorum. Ben Ermeniyim ama sahip ve koruyucularım Kürtlerdir” diyecektir Kevirbirî’ye. Kürtler için çok şey yapan bu söz ustası, hiçbir şey yapmadıysa da ömrü boyunca Kürtlerin diliyle, Kürtlerin acısını, ağıdını söyledi.

Zal û Dal bira bûn

Behra Wanê kaniya wan bû

Deşta Mûşî prêza hespê wan bû

Diyarbekir korta gidiya bû

Bismil cihê deveçiya bû

Bişêrî cihê kêf û hek û laqirdiya bû

Ridwana Bavê Temo cihê gewr û rinda bû

Rexşê Belek jî hespê wan bû

(Zal ve Dal kardeş idiler / Van Gölü kaynakları idi / Muş Ovası atlarını koşturdukları alan idi / Diyarbekir gidilerin merkezi idi / Bismil devecilerin yeri idi / Beşiri keyf, şaka ve eğlencenin mekanı idi / Temo’nun babasının Ridwan Köyü alımlı kızların köyü idi / Rexşê Belek de onların atı idi)

KÜRTDİL USTASINDAN KÜRTLERE SİTEM

Ve Xerabet, doksan yıldır klam okuyan dudaklarından bu hasret dolu mısraları döktükten sonra, susuyor. Belli ki, içinde bir yerleri acımış. Sonra, tarihin izleriyle dolu yüzünde bir acıma belirtisi ve gözlerinde buğu. Sitem ediyor bize, 50 milyon Kürde:

’50 milyon kurmanc nikare li min xwedî derkeve û min xwedî bike” (50 milyon Kürt bana sahip çıkamıyor, besleyemiyor beni…)

Bu bir çağrı, bir yakarış, bir emirdir! Hepimizi utandıran bu sözleri peki neden söylüyor Xerabet? Cevabı, altı gün boyunca divanına katılan, onu yeni nesillere tanıtan kitabın yazarı Salih’ten okuyalım:

“Oturduğumuz odadan içinde bulundukları durum apaçık seziliyordu. Yoksulluk ve çaresizlik her tarafa sinmiş görünüyordu. İki-üç sandalye ve yıkık dökük bir divan, camsız bir kab-kacak dolabı ve teneke bir odun sobası. Hava oldukça soğuk olmasına karşın, sobada sıcaklığın zerresi dahi yok. Sonradan Sêrop’tan öğreniyoruz ki, bir haftadır evlerinde sobaya atacak iki parça odun bile yok. Arada bir kapı açıldığında, keskin bir soğuk bedenimizi çepeçevre sarıyor. Yerde, kapı eşiğine bile serilemeyecek yırtık bir kilim parçası serili. Duvarda sayfaları iki sene önce koparılıp atılmış birkaç takvim. Benimle Siyabend arasındaki küçük sehpanın üzerinde kaset kapağı yerinde olmayan Sharp marka eski bir teyp… “

Kaynak; rojmedya


Anadolu’nun tarihte kullanılan adlarından biri olan küçük asya – asia minor ve Türk müziğinde sık kullanılan minör akorlardan esinlenerek adını oluşturan Kanada doğumlu müzik grubudur.

Minor Empire’ın ilk albümü olan Second Nature’ı oluşturanlar arasında gitarist/prodüktör Ozan Boz, vokalist Özgü Özman, gitarist Michael Occhipinti, bas gitarist Chris Gartner, perküsyonist Debashis Sinha, udi İsmail Hakkı Fencioğlu, kanuni Didem Başar, bağlama sanatçısı Sidar Demirer ve klarinet sanatçısı Selim Sesler bulunmakta.



Second Nature, piyasa çıktığı Ocak 2011 tarihinten itibaren basından çok sayıda övgü almış, Kanada Radyo listelerinde 1 numaraya kadar yükselmiş ve CBC Radyo ve Toronto Sun müzik eleştirmeni Errol Nazareth tarafından “dünya müziği için geleceğe doğru atılmış büyük bir adım” olarak nitelendirilmiştir.

Kanada merkezli Exclaim! dergisi müzik yazarı David Dacks Second Nature için “çok başarılı şekilde rüyamsı” derken , Amerika merkezli World Music Central yazarı TJ Nelson albümü “cesur, uzmanca yaratılmış ve zengin içerikli” olarak değerlendirmiştir.

Şahi görüşüm ise inanılmaz eğlenceli bir müzik tarzları olduğu yönünde, dinleyin dinlettirin.




Mem Ararat 17 Eylül 1981 yılında Mardin’in Derik ilçesîne bağlı Girkê Şêxê mezrasında dünyaya geldi. 1989 yılına kadar bu mezrada yaşadı. Ekonomik sıkıntılardan dolayı ailesi 1989 yılında Türkiye’nin batısına göç etti. 1991 yılında ailesi birlikte köylerine geri dönen Mem ve ailesi 1994 yılında bu sefer siyasi nedenlerden dolayı göçe zorlandı ve aynı yıl Türkiye’nin batısına göç etti. Göçebelik hayatının ağır şartlarından dolayı eğitim hayatı ilkokul ile sınırlı kaldı. 2007 yılında memleketine geri döndü ve Mardin’in Kızıltepe ilçesine yerleşti. Çiftçilik, tarla işçiliği, inşaat işçiliği,esnaflık başta olmak üzere çok çeşitli işlerde çalıştı. Çocukluğundan beri müzikle ilgili olan Mem arkadaşlarının motivasyonu ve desteği ile 2014 yılında Qlung Ewr Û Baran (Turna Bulut Ve Yağmur) adlı albümüyle profesyonel müzik hayatına ilk adımını attı. 2016 yılının başlarında yayınlanan Kurdîka isimli albümle müzik kariyerine devam etti.
[img url="URL_link" width="Image_width" height="Image_height" rel="Image_rel" src="Image_URL_1"/]


Kayhan Kalhor (Farsça: كيهان كلهر) kamança ustası, besteci ve klasik Farsça-Kürtçe müzik ustası. 1963 yılında Tahran’da doğru. Karmenşah kökenlidir.

Yedi yaşındayken müzik çalışmalarına başladı. İran Ulusal Radyo ve Televizyon Orkestrası’nda on üç yaşından itibaren yer aldı. Birçok farklı öğretmenden eğitim aldı ve redif öğrendi, daha sonra Fars müziği etkilerinin olduğu Türk müziği icra edilen Horasan’a gitti. 20 yaşındayken Muhammed Rıza Lütfi’nin yanında çalışmalarına devam etti. Sonraki dönemlerde klasik müzik öğrenmek için Roma ve Ottawa’ya gitti. Bu sıralar Aynur Doğan, Cemil Qoçgirî gibi sanatçılarla yoğun çalışmaları söz konusu.



Sizin müziğinizde genellikle hep bir içtenlik, bir derinlik duygusu var. Müzik biçiminizi belirleyen şey nedir?

Bir müzisyen olarak hayatım boyunca kendimi sesle ifade edebilecek farklı yollar ve diller aradım. Müziğimi tek bir tarz içinde kategorize etmek çok zor… Ne zaman yeni bir projeye başlayacak olsam; kendimi ifade edebileceğim yeni bir yol arıyorum. Müziğin oluşmasında etkin olan etmenler her zaman aynı; sade bir ses ve sözleri seslendirebilecek kadar yeterli teknik… Ama daha da önemlisi fikir ve yön… Fikir, her zaman ve her sanatta oluşumun önünde gelir. Bizim müzik kültürümüzde, ki bizim müzik kültürümüz (Doğu müziği) doğaçlamaya dayanır, fikir ve gerçeklik arasındaki uzaklık çok azdır. Çünkü bizim müzik kültürümüzde bir şey düşünürsün ve onu o anda, orada sergilersin/okursun/söylersin. Böylelikle daha içten ve daha sade/öz olur. Sanırım tarzlar arasında gezindim ve kendimi herhangi bir tarzla sınırlamadım. Ancak ses çok önemlidir. Bence bir müzisyenin sesi kullanış şekli ve sesi sessizlikle kombine ediş şekli az önce bahsettiğimiz dilin çeşidini/tarzını oluşturur.

Müziğe bakışınız nasıl? Müzik, sizin için ne ifade ediyor?

Bu soruya verilebilecek kısa bir cevap yok… Müzik, insan hayatının en önemli parçalarından… Fikirlerimizi, hatıralarımızı, eğlencelerimizi müzikle bağdaştırırız. Benim için hayat müziktir ve müzik sadece insan veya enstrüman sesiyle olmak zorunda değildir. Sese bu şekilde bakarsanız; yağmurun, denizin ve kuşların sesi de müzik olur ve içinizde bir duygu oluşturur. Biz müzisyenler, doğal seslerin güzelliğini enstrümanlarımızın sesine dönüştürürüz ve ruh halimize, duygularımıza göre ritimlerle, melodilerle kombine ederiz. Bu yüzden iyi bir müzisyen olmak çok zordur, çünkü hayatın seslerini taklit ediyorsunuz. İyi bir müzisyen bu sesleri başkalarına öyle bir aktarır ki; hayatın ve yaratılışın güzelliği anlaşılır. Bu sebeple, müzisyen dinleyicide bu duyguyu oluşturabildiği müddetçe bu bağ çok önemlidir. Yani, müziğin sesi, yaratıcımızın veya kendisinden geldiğimiz ve yine ona döneceğimiz yerin sesidir.

Müzisyenliğin sizi tamamladığını söyleyebilir miyiz? Yani eğer müzikle uğraşmıyor olsaydınız neler yapardınız, nasıl hissederdiniz?

Kesinlikle… Müziksiz ne olurdum veya müzisyen olmasaydım ne yapardım düşünemiyorum bile. Maalesef günümüzün modern dünyasında müzisyenlik, mesleğimiz oluyor; yani bir geçinme aracı, ama hayatını müzikle geçirmiş çoğu müzisyen için müzik, nefes almak gibidir. Yaşlandıkça müziğin hayatımda gittikçe daha önemli bir noktaya geldiğini görüyorum ve kendimi artık müzikten ayıramıyorum. Gün geçtikçe daha da derinleşip ciddileşiyor. İnsanlar gelip geçer. Arkadaşlarınızı veya aile üyelerinizi kaybedebilirsiniz, ancak kendinizi ve düşüncelerinizi ifade ettiğiniz enstrümanınız sürekli hayatınızın bir parçası olarak kalır.

İran kültürü ve tabi müziği, belki de “Doğulu” yakıştırmasına yakışan en iyi örneklerin başında geliyor. İran’ın o motifi sizi nasıl besliyor?

Bence tüm kültürlerde müzik ve arkasındaki felsefe aynıdır. Bizler müziği belli bir kültürel filtreye göre algılıyoruz ve oluşturuyoruz, ancak bu başkalarının da bu şekilde yapmadığı anlamına gelmiyor. Bence İran müziği en eski sanat türlerinden ama diğer türler veya yeni türler de güzel ve derin olabilir. Dediğim gibi, müzik tek bir müziksel kültür veya tarz bir müzisyeni tanımlamaz ve tanımlamamalı da. Mesela benim için İran müziği ana kaynaktır; ama bu düşüncem başka müzikleri veya tarzları öğrenmemi, görmemi engellemedi. Bence hepimiz akrabayız ve sürekli birbirimizden bir şeyler öğreniyoruz. Dünyanın farklı bölgelerindeki müzikler tıpkı farklı diller ve farklı görünüşler gibidir; ama neticede hepimiz insanız ve diller de iletişim araçlarıdır. Belki de bu yüzden sürekli dünyanın farklı yerlerindeki ortak müzik projelerine katılıyorum, böylelikle de sürekli başkalarından tecrübe ediniyor ve bunları da kendi müzik tarzıma dönüştürebilmiş oluyorum.

Bazı ülkelerdeki müzisyenlerle ortak çalışmalar yürütüyorsunuz. Bu tarz seçimlerinizde tercihlerinizi neler belirliyor?

Sanırım önce müziklerinin derinliğine bakıyorum. Sadece müzisyen olarak değil, bir insan olarak da kendi ülkelerinde kendi kültürlerinde saygı duyuluyorlar mı ona bakıyorum. Ayrıca aşağı yukarı benimle tecrübe olarak, kariyer olarak aynı seviyede olmalarını isterim. Mesela 90 yaşında bir usta müzisyenle ortak proje yapmaktansa oturup onu dinlemeyi tercih ederim. Sanırım bazı müzisyenler için rahatı bırakıp başka bir dünyanın müziğini, seslerini, fikirlerini görmek öğrenmek çok zor. Başka kültürlerin müzisyenleriyle çalışmanın beni cezbetmesinin farklı sebepleri var. Başka bir faktör de, uzun süreliğine başladığım müzikal projelerinde bırakmadan devam etmeyi severim. Bir şeye başlayıp onu geliştirip büyümesine ve olgunlaşmasına yardımcı olmak hoşuma gidiyor. Doğal olarak bunu müzikte çok ustalaşmış birisiyle yapamazsınız. Sadece müziksel bir diyalog kurmaktan ziyade, çalıştığım kişilerle yakınlaşıp arkadaş olmak, aileleriyle tanışmak isterim. Öğrencilerle öğrenci gibi yaşayıp, projeyi gidebildiği yere kadar götürmek isterim. Benim için her proje ömürlüktür. Bu yüzden hayatım da sadece bir kaç proje yapabildim.

Anadolu müziği ile İran müziği arasında ne gibi bağlar var? Türk müzisyenlerle de çalıştınız size ne gibi yeni kazanımlar sağladı bu tarz ortak çalışmalar?

Antropolojik bölge olarak baktığımızda Türk müziğiyle Kürt müziği arasında sıkı bir bağ var. Alevi müziğinin Kürdistan diye bildiğimiz İran’ın batısıyla çok ortak noktası var. İran ve Türk kültüründe; hayat, ideoloji, dil, kültür ve daha birçok alanda her şeyimiz ya aynı ya da çok benzer. Aynı zamanda Fars ve Osmanlı müzik kültürü birbiriyle çok ilintili… Örneğin 16. ve 17. yüzyılda Osmanlı sınırları içinde İstanbul`da yaşamış çok sayıda İranlı müzisyen ve bestekâr var. İki kültürde de ortak bulunan sufilik düşüncesi ve çok sayıda sufi şair vesilesiyle ortak birçok noktamız var. Maalesef çoğu kez kültür üzerine çalışırken, kültürü bölgelere, dillere ve coğrafik sınırlara göre bölerek hata yapıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce bile komşuyduk ve çok uzun zamandır etnik kimliğimiz, yaşadığımız ülke ne olursa olsun hep komşuyduk. Bu sebeple birçok şeyimiz birbirine çok yakın. Hep bir arada yaşadık, savaşlar gördük, evlilikler yaptık; ama her zaman birbirimizin varlığına ve kültürüne saygı duyduk.

Anadolu müziğiyle ilgili deneyimim Erdal Erzincan gibi büyük bir ustayla karşılaştığımdan beri çok büyüktür. Kendisi sadece usta bir müzisyen değil aynı zamanda büyük bir öğretmen ve insan. Kendisinden çok şey öğrendim; sadece müzik değil, kültürü ve kültürlerin birbirinden nasıl etkilendiğini de ondan öğrendim. Öğrencilerine nasıl değer verdiğine ve onlarla nasıl birlikte yaşadığına şahit oldum. Müziği hayatının her anında nasıl yaşadığını gördüm. Sanırım cevap evet ve öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum.

Bu projeyle öğrendiğim diğer önemli bir şey de, Anadolu müziğinin nasıl canlı ve renkli olduğunu, Türk milletinin ne kadar müziğe yatkın olduğunu gördüm. Bu kadar ülke gezip gördükten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki, Türk milleti müziğe en yatkın ve en çok müzik seven milletlerden birisi.

Film müzikleri de yapıyorsunuz. Burada hikâye mi önemli yoksa sizin hissettikleriniz mi?

Öncelikle senaryoyu ve yönetmeni çok sevmiş olmam lazım. Çoğu yönetmen müziğe dikkat etmiyor, müziği bilmiyor. Onlar için müzik filmi daha çekici hale getirecek bir araç… Bu da onlarla çalışmayı çok zorlaştırıyor. Bazen son dakikada gelip her şeyinizi bırakıp onlara kusursuz mükemmel bir müzik hazırlamanızı bekliyorlar ama bu imkânsız. Benim güzel bir müzik yapabilmem için, konu hakkında düşünmem, filmle yakınlık kurmam ve yönetmenin aklında geçenleri anlayabilmem lazım, ki böylece yönetmenin zihninden geçenleri ifade edebilen bir enstrüman olabileyim. Bu sebepler yüzünden birçok film projesini reddettim ve seçici olup yönetmenle uyuşabildiğimi hissettiğim filmler için çalıştım.

Turnelere çıkıyorsunuz çeşitli ülkeler geziyorsunuz. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Müzik gerçekten evrensel mi?

Müzik kesinlikle evrensel… Dünyanın her yerinde ya amatör bir şekilde ya da profesyonel bir şekilde kendilerini müzik yoluyla ifade etmeye çalışan insanlar görürsünüz. Daha önce dediğim gibi, müzik hayatın kendisidir ve her toplumda müzik vardır, çünkü müzik insanlar için hayatlarını ve düşüncelerini aktarmak için en güzel sanatlardan birisidir.

Son olarak Türkiye’deki hayranlarınıza neler söylemek istersiniz?

Kendilerine müziğe duydukları ilgiden ötürü çok teşekkür ediyorum. Yaşları ve yaşadıkları yerlerin uzaklıkları ne kadar olursa olsun söylediklerinizi dinlemek için gelen insanları görmenin verdiği hazzı tarif edemem. Onlara her zaman müteşekkirim. Daha önce de söylediğim gibi, bence Türkler müziği en fazla seven milletlerden birisi. Türkiye’de sahneye çıktığım her organizasyonda onlarla birlikte olmak çok güzel ve çok değerli; beni dinledikleri için onlara müteşekkir olduğumu ifade etmek isterim.

Kaynak: Anadolu Gençlik Dergisi Aralık Sayısı.

MKRdezign

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget